Büyük bir insanlık destanı -
Volüm 1
Yaşar Kemal’den Bir Ada
Hikayesi ( İlk iki kitap üzerine )
Yaşar Kemal iki yıl önce “ Bir Ada Hikayesi “ serisinin 4. kitabını
yayınlamış ve seriyi tamamlamıştı . Ben de
serinin bitmesini beklemişim ki , tamamlandıktan sonra okumaya başladım . Zaten kitaplar hiç kesintiye uğramayan bir
bütünlükle sürüyor, bir kitap bittiğinde
diğerine geçmemeniz mümkün değil . Yoksa
uyku tutmaz !
Serinin birinci kitabı “ Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana
“ .
En başta şunu söylemeliyim ki serinin
bu iki kitabını okurken ya da bittikten sonra üzerime sinen en güçlü duygu, “ Kayıtsız iyi olmak ve iyilik yapma ” isteğiydi . Hep iyi olmak , hep iyilerle
olmak , iyiliğin kötülüğü yenebileceği duygusunun ağırlığı idi . Zaman zaman kendimi
birden sokağa atmak ve karşıma çıkan insanlara
karşılıksız iyilik yapmak isteği uyanmasıydı .
Herhalde bana da ‘deli’ ya
da ‘manyak’ diyenler çıkardı .
Tıpkı - birinci kitabın neredeyse büyük
bir kısmını kaplayan - Ada’dan gitmeyi
reddedip saklanan ve adaya ilk çıkanı kendi kendince öldürmeye yemin eden yardımcı karakterlerimizden Anadolu Rumu Vasili’ye de deli yakıştırması yapılmaya çalışılması
gibi . Oysaki Vasili’de deli değildi .
Sadece özünde iyi , sevgi dolu ( Ada da tesadüfen kalan bir
kedi ile yaşadığı sevgi dolu
ilişkisi bile kitabın okunmasına sebeplerden yalnızca birisidir ) ve insan
olmanın vasıflarını fazlasıyla üzerinde taşıyandı . Kendine verdiği aptalca bir
söz uğruna kendisi ile yaşadığı içsel
mücadelesi bile psikolojik bir roman sınıfında okunabilir mesela .
Bu ilk kitapta baş kahraman Poyraz Musa’nın çocuk yaşta
orduya katılması , zabit oluşu , Osmanlı - Rus savaşında tüm orduyu Sarıkamış’ta Allahuekber dağlarında ölüme sürükleyen ve kitabın her satırında acısını hissettiren bu
felaketin izleri bizi bırakmıyor .
Poyraz Musa’nın hikayesi ve yaşadıkları üzerinden ülkenin içindeki savaş
felaketini ve sonrasında Güneydoğu Anadolu’
dan Mezopotamya çöllerine , kanunun
olmadığı , eşkiyaların , aşiretlerin elinden
ölüm kokan maceraları , etnik
içerikli acı dolu kıyımları okuyoruz . Özellikle Yezidi’lere yapılan olağandışı
etnik kıyıma yazar önemli bir yer
ayırıyor ki kitap ismini buradan alıyor zaten . O kadar çok Yezidi katlediliyor ki ölüleri nehire atılıyor ve tüm Dicle ve Fırat’dan günlerce ölü bedenler akıp gidiyor , tüm suyun rengi
kan rengine dönüyor “ Fırat suyu kan akıyor baksana “ ...
Yaşar Kemal, bence bu kitap
üzerinden önemli bir aydın misyonunu da gerçekleştiriyor, resmi
tarihin kabul etmediği birçok gerçekliğe ve acıya da parmak basıyor
. ( Mübadele acısına , Anadolu
şehirlerinin yakılıp yıkılmasına , zorla göç edenlere , Kafkas halklarına , Yezidi katliamına , basiretsiz yöneticilere , uluslararası savaş tezgahlarına vb.)
Kitap , mübadele sonrası Ege’de bir boşaltılmış adaya gelen
kahramanların hikayeleri üzerinde kurgulanıyor . Ancak büyük usta bunu harika bir destana dönüştürüyor . Savaşların dağıttığı bir ülkenin, bir
coğrafyanın tüm unsurlarını bir potada , öyle güzel ve öyle insancıl eritiyor
ki , ortaya muhteşem bir insan hikayesi , öyküleri ve savaş karşıtlığın
vurgulandığı bir destan çıkıyor .
Tüm bu kurguda büyük bir yergi ve eleştiride açıkça yapılıyor
. Çanakkale Savaşı , Sarıkamış’ta doksan bin askerin
Enver Paşa’nın hırsı ile donarak ölüme gönderilmesi , Lozan Anaşması ve mübadele , Kurtuluş savaşı
gibi . Yıkılan bir ülkenin içindeki iç ve
dış göçler , perişan olmuş
insanların hikayeleri ve bu hikayelerin içinden çıkıp gelen
kahramanların gelip, bu ıssız “Ada” da buluşuyorlar .
İlk kitap’ta Poyraz Musa , geldiği kasaba da ki kimi iyi
kalpli büroktatlar , adayı keşfedişi , yerleşme çabaları ve
Ada’sını terk etmeyen Vasili ile
tanışıyoruz . Hele ki Vasili ile birbilerini gizlice kovalamaları ve sonun nasıl bağlanacağı duygusu gerçekten birinci kitabın en uzun ve
de en merak edilen kısmını oluşturuyor ve sonları Poyraz
Musa’nın adaya geri dönen Lena Ana ve
Vasili ile yaşadıklarıyla sürüyor ...
Kitap’ta ayrıca Türkler , Kürtler, Çölün Bedevileri , Ermeniler, Rumlar
, Çerkezler , Çeçenler , Lazlar ,
Yezidiler, mübadilleri ve bu kültürlerin
yansımasının hikayeleri dikkat çekiyor. Ve bence bu durum , ülkemizde halihazırda nefes alıp yaşayan ama bu
konulara halen çok uzak olan bir çok insan içinde bir duyma , öğrenme , merak uyandırma adına önemli bir de misyon ediniyor .
İkinci kitap “ Karıncanın Su
İçtiği “
İkinci kitap “ Karıncanın Su İçtiği “ ( Bir Karadeniz balıkçı terimi : Denizin sakinliğine olan vurguyu ifade ediyor
. “Deniz o kadar durgun , o kadar durgundu ki , karınca bile su içerdi ” anlamında
kullanılıyor ) ile ada şenleniyor . Aslında Poyraz Musa canlanması
yaşanabilir olması için her şeyi yapıyor
ama bu pek meşakkatli oluyor . Burada yavaş yavaş sahneye her biri
bu coğrafyanın bir gerçeği olan
kahramanlar çıkıyor . Önce bir Karadenizli usta bir balıkçı ve
kimilerine göre efsunlu bir adam olan Nişancı Veli , Bir mübadil olan Hüsmen Aga
, bir kürt öykü anlatıcısı ve kaval
üstadı Dengbej Uso , bir başka savaş gazisi zabit Baytar Cemil, bir Girit
mübadili ve saygın Musa Kazım Ağa efendi
ve kızları Zehra’yla ,Nesibe, Zehra ile Musa’nın filizlenen aşkı , Şehmus Ağa, Doktor Salman Sami ve Halil Rıfat , Melek Hatun , Kadri Kaptan . Sonra karşı
kıyıdaki kasabalılar. Hayri Efendi, Halk
Fırkası’nın temsilcisi olup büyük
bir tehdit havası yaratan Kavlakzade
Remzi, yüce insan Çeçen Hanı
Üzeyir. Hepsi de birbirinden ilginç ve
sıcak hikayeleri ile sizi Ada’nın tam göbeğine sürüklüyorlar .
Karıncanın bile su içebileceği sessizlik
ve dikkatle okuyorsunuz kitabı …
Kitabın en ilgi çekici
bölümlerinden biride Dengbej Uso’dan
yola çıkarak Fakiye Teyran isimli bir
dervişin hayali bir kuşun peşine düştüğü masalsı , destansı hikayesi .
Yaklaşık kırk sayfa sürüyor bu
bölüm . Yaşar Kemal bu coğrafyanın halk hikayelerine hep önem
vermiş, bunları önemsemiştir . Bu hikaye’deki Fakiye Teyran karakteri de
bana İranlı Sufi şair Ferudun Attar tarafından kaleme alınmış “Mantuku’t –Tayr” ( Farsça : Kuşların Diliyle ya da Kuş
Dili )
isimli manzum eserini çağrıştırdı
. Kitapta Faki , sesi bir efsane olmuş
ve görülmeyen bir kuşun peşine düşüyor
. Adı geçen eserdeki kuşların
padişahı Simurg efsanesi gibi .
Usta , öykülerinde
açlığın, sefilliğin , ölümlerin , savaşların acılarını vurgularken , hep
güçlü ve sağlam karakterleri öne
çıkarıyor . Çıldırasıya şeyler yaşamış
insanların terk edilmiş bir adada komünal bir yaşam kurma , çıkar
çatışmalarından ziyade geçmişte
yaşadıkları acıları içlerine gömme çabaları , becerilerini öne çıkarıp , ayakta
kalma ve kötüyü iyiliklerle yenmelerini
vurguluyor .
Başta da dediğim gibi , iki
kitabı bitirdikten sonra kendimi bu coğrafyanın içinde bizden topraklarda bizden
hikayelerle evrensel bir destanın içinde
bulduğumu söylemeliyim .
Ben bu tip kitapları okurken belleğimde genelde olayları canlandırır , kendimce de kurgularım . Mesela
burada Ada’yı Bozcaada gibi hayal ettim ,
kahramanları da bir film ya da
dizideki gibi kurguladım . Gerçekten
sezonlarca devam eden ve dizleri vazgeçilmez bir tutkuyla izleyen insanlar geldi aklıma sayfaları
her tükettiğimde , soluksuz bir hikayeyi ekran da izler gibiydim , sayfalar
tükenirken bir taraftan da bitmesin keşke diye aklımdan geçirdiğimi söylemeliyim .
Toplam 826 sayfalık ilk iki kitabı bitirdim , şimdi sırada diğer iki kitap var , bakalım Ada ne hale
gelecek . Açıkçası çok merak ediyorum ?
Sizin de - eğer okumadıysanız – ilk iki kitabı merak
etmenizi isterim , bilmeyenler için bir merak uyandırabildiysem ne mutlu .
İyi okumalar , kalın sağlıcakla .
“ Ah , benim de
bir adaya gidesim var …”
Aylak Adam
Bir mübadil torunu
15 Kasım 2014 – İstanbul