30 Eylül 2014 Salı

Kaplumbağa Dansçısı ( Kısa bir öykü )




Çölün ortasında  trenden atılmış , 50 derece sıcakta  demiryolunun üstünden çıkan buhar alevlerinin  görüntüsü içinde gitmekte olan  trenin ardından bakan , Amerikan western filmindeki  bir anti kahraman gibiydi sanki   . Ama tek farkla,  O  bir film setinde değil, gerçeğin kucağında yani çölün ortasında,  kaçak bindiği trenden  atılmıştı .

Beyni zonkluyor, kulakları çınlıyor  bir yerlerde sanki  davullar çalıp duruyordu , bir davul ve de çıngıraklar . Kızılderililerin dans ederken ayaklarına taktığı çıngırakların sesi miydi yoksa ?  Bir yıl bir kızılderili rezarvasyonunda yaşamıştı, birkaç Pow Wow'da geleneksel kıyafetlerle  dans bile etmişti . Bu sesleri tanıyordu . Yoksa ona doğru yaklaşmakta olan, elinde su matarasıyla bir Kızılderili miydi gelen , kurtulacak mıydı ?   Ama kafasını kaldırdığına  yanından şimşek hızıyla geçen çıngıraklı yılanı gördü .  

Ne de hızlı ,  tıpkı  bizim  tren gibi , tek farkı vagonları birleşik " diye düşündü 

Bu yılan , bu hızla mutlaka bir su noktasına ulaşır , oysa ki ben ?  

Umutsuzca  ayağa kalkmaya çalıştı ,  uçsuz bucaksız çöl de  aynı şekilde   cevap verdi  ona  . Etrafta ne bir Kızılderili,  ne de başka bir canlı belirtisi ya da görüş mesafesinde bir  umut noktası .  Yığılıp kaldı olduğu yere  , düşerken başını sert bir şeye çarptı. Bu da ne diye son bir hamle ile başını cevirdi.

Lanet olası bir kaplumbağaymış    diye geçirdi aklından 

Bir süre sessizce kaldı , sızmıştı . Düş müydü yoksa gerçek mi ,  dans eden bir Kızılderilinin gölgesini görüyor gibiydi  .  Gölge kah ufuk çizgisine kadar uzuyor  , kah tamamen gözden kayboluyordu .  Çıngırakların sesine , anlamını bilmediği bir dilde  dua eder gibi farklı tonda mırıltılar ve sesler de karışıyordu . Kızılderilinin nefesini duyuyordu  , çıngırakların sesi de kesilmişti .  Başını kaldırdığında onu gördü , güneş ışıkları yüzünü görmesine tamamen engel oluyordu  .  Kızılderili ona eğilmiş elinde bir tas tutmuş ona uzatıyordu .  Tası aceleyle kaptı ve kurumuş dudaklarına doğru götürdü . O da ne , bu bir kaplumbağa kabuğundan yapılmıştı . Tas bir anda elinden kaydı ve yere düştü . Düşen kabuğun içindeki  su döküldü , ancak çok garip bir şey oldu, dökülen sular bir çıngıraklı yılana dönüştü ve yılan hızlıca oradan uzaklaştı .  Ter içinde uyandı.  

Hassickthe-r ,  bu da neyin nesi   ?  Lanet olası bir bir kabusmuş !  diye söylendi . 
O da ne ! Kaplumbağa halen başının altında kıpırdamadan duruyordu .  Bir kaplumbağanın hem de bu sıcakta  ,  bu çölde yaşam kaynağı bulması  imkansız  olmalı diye geçirdi aklından  . Ama sonra  bir kez daha düşündüğünden halen burada olduklarını  ve  her ikisininde yaşadığını fark etti. Bu durumda  bu ölüm çölünün ortasında  zehirli ve hızlı bir  çıngıraklı mı , yoksa yavaş ve ağır  kaplumbağanın yerinde mi olması gerektiğini düşündü .
Yılan birkaç metre uzağında kıvrılmış ona çatallı  dilini çıkarıp durmaktaydı , belli ki  onu bir tehdit olarak görüyor , merakla bu garip adamın  burada ne aradığını düşünüyordu . Sonuçta öğlen uykusunu ve huzurunu kaçırmıştı onunda .   Kaplumbağada üzerinde düşmüş olan başın kalkmasını ve de yoluna devam etme umuduyla hatta sabırla kabuğun içinde bekliyordu .
Güneş tam tepesinde  kavurucu bir şekilde beynini ve tüm bedenini kavurmaktaydı  , dudakları daha şimdiden çatlamıştı ve suzuluk dayanılmazdı .
Hızla düşünmeye çalıştı  gözü yılanda, aklı kaplumbağadaydı  ve  ölüm etrafında kol geziyordu .  Ya yılan gibi hızla hareket edecek  ve   bir su ya da yaşam alanı bulmaya çalışacak   ya da uçsuz bucaksız ve görünürde  hiçbir şeyin olmadığı bu  çölde ölümü bekleyecek . Ya da   kaplumbağa gibi ağır ve yavaş  hareket edip kaderinin onu götürdüğü yere kadar sürünecekti . 

Yılan hızı ve soğukkanlılığında düşünüp , kaplumbağanın vakurluğu , sakinliği ve yavaşlığında hareket etmeli , enerjisini ve gücünü dengeli kullanmalı , bedenini güçlü tutmalıydı . Kurtuluşu için zamana ihtiyacı vardı . Kaplumbağanın duruşu hayatta kalmanın ana kuralıydı . 
Bu arada zaman zaman çalıştığı patronların kütüphanelerinden aşırarak  okuma fırsatı bulduğu bazı ilginç kitaplardaki   Uzakdoğulu Budist  rahiplerin , keşişlerin  yöntemleri aklına geldi .  Yavaş ve sükunet içinde yaşam ; sakin , dingin ve durağan  tıpkı şu kaplumbağa gibi . Hatta daha da öteye gidip bazı  özel yöntemlerle kalp atışlarını dakikada  bire kadar indirip uzun süre  bedenin fonksiyonlarını neredeyse durdurduklarını ama sonra yeniden  normale dönebilme güçlerini ve bunu uygulayabildiklerini hatırladı  .  Yani zor durumda  kalınca motoru  istop etmek ya da rölantiye alıp , ihtiyaç duyulduğunda yeniden çalıştırmak ya da yeniden gaza basmak  gibi ...
Hayatta kalma  savaşının başladığını biliyordu  . Bu arada  damarlarındaki kanı  neredeyse buharlaşmak üzeri  fokurdamaya başlamış gibi  hissediyordu  ...

Kendisi hep sabırsız , hızlı ve  çabuk olan bir yaşam şeklini seçmişti  “ Hızılı yaşa, genç öl  ! Cesedin Steve Mc Queen gibi olsun.”  derdi .  Yavaş, ağır ve durağan bir yaşam  ona imkansız geliyordu . Ama bu durum kimi ufak kazanımlar yanında başını çokça da belaya sokmuştu . Şimdi de düştüğü bu durum dolayısıyla kendine kızıyordu hem de   tepesindeki güneş her saniye beynini kaynatma noktasına doğru yükseltirken .  Bu arada kaplumbağa yavaşça ilerlemeye başlamıştı . Yılan halen onu gözlüyordu .
Ayağa kalkmak istedi ama sol ayağı yaralanmıştı . 

  İşte şimdi boku yedim , istesemde yılan olmamam , zavallı bir kaplumbağa kadar yavaşım “ diye düşündü . 

O an kaplumbağa aklına geldi .  Baktığında onu göremedi . Ama izleri küçük çalılardan oluşan kumların üzerinde belli oluyordu , minik bir tümseğin arkasına doğru gidip gözden kayboluyordu .
Hızla düşünmesi ve hareket etmesi gerekecekti . Zamanın daraldığını hissediyordu  .  Raylardan çıkmış bir tahta parçasını sinirlerini bozan yılana doğru fırlattı . Yılan toz olup uzaklaştı .
Düşünmeye çalıştı ama uçsuz bucaksız çöl , kaynayan beyni ve güneş hiçbir şeye izin vermiyordu .  Gölge ve su diye aklından  geçirdi . Ama nerede ?
Yere çöktü gözleri karardı . Kızgındı hem de çok kızgın . Her şeye  , geçmişine , yaşadıklarına , trene, kondüktöre , o pislik patronuna , polise ve  o kadına ...
Güneşin batmasına kaç saat vardı acaba ?  Hareket ederse daha kötü olacaktı , ne de olsa o bir yılan değildi . Bu arada kaplumbağa aklına geldi . Doğruldu , izleri halen görebiliyordu , sürünerek izleri takip etme hissi uyandı içinde . Ne de olsa bir yılandan daha güvenilirdi .  Rahipleri aklına getirdi .  Ama onlar  Himalayaların soğuk yamaçlarında  bunu yapıyorlardı , bu manyak çölde değil !  Dağları düşünmeye , kendini oralarda  hissetmeye ve  biraz olsun ferahlamaya çalıştı ama nafile .  Süründü izlerin peşinde ...
İzler arkada bir tümseğin daha belirdiğini gösterdi ona , çalılar sürünürken engel oluyordu , her yeri yara bere içindeydi , kan karanlık bir çöl gecesinde ölüm demekti  .  Hızla değil enerjisini tasarruflu kullanması gerektiğini düşünüyordu içgüdüsel olarak , sonuçta kaplumbağayı izliyordu .
Tepeyi dönünce ileride  kaplumbağayı gördü . Küçük bir kaktüsün dibindeydi şimdi .  

“Hay bin kunduz “  diye aklından geçirdi .   

Kaktüsün boyu  bir , bir buçuk metre civarındaydı , ardında başka kaktüsler de görünüyordu  . Bu kaktüs bir kurtuluş olabilir miydi ? İzlediği belgesel ya da okuduğu bazı kitaplarda  kaktüslerde su olduğunu duymuştu . Topraktan aldıkları suyu bedenlerinde depoladıklarını ,  terleme kaybını engellemek için ters fotosentez yaptıklarını anımsadı . Kaktüsü kesip içindeki liflerden su çıkarıldığını da duymuştu .  Süründü kaktüsün dibine vardı. Başını hemen  kalın gövdenin dibine uzattı , minik gölgenin en azından sağlıklı düşünebilmesi için serinlemesi ve soğuması  lazım olan beyni için işe yaramasını umarak . Sonuçta araba motoru gibi beyni de kaynamak üzereydi , su kaynatırsa  işi bitmiş demekti .  Biraz dinlendi sonra gölgenin uzadığını görüp biraz doğruldu , elini cebine atıp bıçağını bulmaya çalıştı . Bu arada ileride kaplumbağanın bir çukura girdiği gözüne takıldı . O da ne, kaplumbağa yumurtluyordu . ( Bu bir  Gopherus agassizii   ya da  Gopherus morafkai diye bilinen  çöl   kaplumbağasıydı ) 
Bıçağı  ile  fıçı şeklindeki bir  kaktüsün  tepesini  kesti  . Tehlikeli bir  işlemdi bu  ellerine dikenler  battı. Daha sonra kaktüsün etli kısmını  bıçağı ile  püre haline getirdi  ve böylece etli kısımdaki nemi açığa çıkarıp sıvı haline getirdi.  İşte  hayatını kurtarma şansını yakaladığını o an hissetti . En azından bir sonraki treni bekleme şansını ... 
Bu arada gün çölde devrilmek üzeriydi , gece yaklaşıyordu  . O da ne ?  Çıngırak sesi  , birden geriye döndüğünde  yılanın,  kaplumbağanın biraz önce yumurta bıraktığı yere yaklaşmakta olduğunu gördü .  Usulca yerdeki kaktüs kabuğunu  kaptı ve hızla yılana fırlattı , bunu beklemeyen yılan sarsılarak ve korku içinde delice kaçtı . Yavaşça yuvaya yaklaştı eliyle kumu  beş on santim kadar eşeleyince henüz bırakılmış  onlarca yumurta buldu .


Hey !  Bu çöl kaplumbağasının yılandan kaçarken karşısına çıkması her şeyi değiştirmişti . Şimdi  çıngırağın sesiyle eşek cennetini boylamış olmak durumunda kalmış olabilecekken bu vakur , yavaş , ağır ve  sakin hayvan onu kurtarmak üzereydi .  Yumurtalardan üç tanesini aldı  , kaktüs suyunun üstüne  mükellef bir yemek diye aklından geçirdi ve  art arda  üç yumurtayı içti . Bir kaktüs  kabuğunu kap yapıp içine de  üç tane daha koydu .  Bir fıçı kaktüs daha kesti .  Gün batmış sıcaklık azalmıştı . Gücünü hissediyordu .  Yavaş yavaş geldiği yere tren yolu kenarına döndü . Çıngırak seslerine aldırmadan  yürüdü  .  Bugüne kadar hep bir çıngıraklı yılan gibi yaşamıştı , ama şimdi  bu karanlık ve ıssız gecede gökteki yıldızların altında  sakin sessiz ve sabırla bekliyordu . Bir zamanlar rengi  beyaz olan  gömleğini  imdat bayrağı gibi yapmış ve  demir yolunun tam ortasına dikmişti .  Bir kaplumbağa gibi kabuğunun içine çekilircesine eski  ceketinin içine sığındı , gündüzün aksine çölün soğuğu şimdi üzerine çullanmıştı . O sesi  yine duymaya başladığını hissetti  , kızılderilinin ayak sesleriydi bunlar  , çıngırakların sesi ve  ay ışığının vurduğu uzun gölge  ve elinde tuttuğu kaplumbağa kabuğundan tas ,  gözlerini usulca kapadı ,ses ve gölge iyice  yaklaştı , tüm bedenini kapladı   ,  üzerinde tatlı bir ağırlık hissetti  . Ve derin bir uykuya daldı  ...
©  G.Yalnızkartal  - 2014

25 Eylül 2014 Perşembe

Bazen bir kitap size el sallar : ANILAR ŞALESİ ( Tony Judt )




Hiç tanımadığım bir tarih profösörü, yazar, eğitmen Tony Judt . Bu kitabı  ALS hastalığına yakalandığında ve  hastalığı esnasında yazamaya ( daha doğrusu bir kısımını yardım alarak ) karar vermiş ve yapmış . 2010 yılında kitap çıkmış . Judt aynı yıl ALS nedeniyle ölmüş . Kitap adından anlaşılacağı gibi anılar şalesi , kitabın başında hastalığının da etkisi ile  hafızasını ve anılarını nasıl toparlayabileceğini kitabın isminin nerden çıktığını güzel anlatıyor ( merak edin )  ... Çocukluktan günümüze ... Kıymetli bir entellektüelin ölümcül bir hastalığını ve öleceğini  bile bile yazdığı hem kişisel hem de dünya tarihinden kişisel deneyim ve izleri paylaştığı kitabı ŞİDDETLE tavsiye ederim ...
 
Kısa birkaç alıntı ile bağlıyorum , okunası bir kitap hiç şüphesiz .
KİTAPTAN ...
 
Kitaptan Alıntılar 1  : " Doğrusunu isterseniz ALS tahliyenin söz konusu olmadığı kademeli hapis cezasına benzer . Önce iki parmağını kaybedersin , arkasından bir uzvunu , sonrada kaçınılmaz olarak dördünü birden ..."

 
Kitaptan Alıntılar 2 : " Belkide şu hastalığın yol açtığı en can sıkıcı durum .... bir daha asla demir yoluyla seyahat edemeyecek olmamı bilmem . Bu bilginin ağırlığı üzerime kurşun gibi çökerken ölümcül bir hastalığın sonunun , bazı şeylerin bir daha asla olmayacağını anlamanın kasveti altında eziliyorum ... Artık sadece sürüncemede var olmak söz konusu , bir şey olmak mümkün değil ."

Kitaptan Alıntılar 3 : ( 60 'lardaki gençlik hareketleri ve dünyayı etkileyen devrime dair bir yorum ... bence HARİKA ve matrak ) " Bir iki yıl sonra Almanya'da galiba Göttingen 'de okuyan bir arkadaşımı ziyarete gitmiştim . Meğerse Almanya 'da "Devrim" bambaşka bir anlama gelirmiş . Kimse eğlenmezmiş . İngiliz gözüyle ( Yazar İngiliz bu arada ) herkes kelimelere dökülemeyecek kadar ciddi ve sekse kafayı takmış görünüyordu .Bu yeni birşeydi . İngiliz öğrenciler seksi çok konuşurlardı ama nasılsa çok az yaparlardı ; Fransız öğrencilerse sekste çok aktiftiler ( bana öyle geliyordu ) fakat seksle siyaseti birbirinden ayrı tutarlardı . Arada bir atılan " Savaşma seviş" sloganı dışında izledikleri siyaset müthiş , saçma bir şekilde kurumsal ve yavandı ... Öte yandan Almanya'da siyaset cinsellikle ilgiliydi . Cinsellik de büyük ölçüde siyasetti . Alman öğrencilerin hepsi komünde yaşıyordu galiba ... Rastgele cinselliğe tamamen kompleksiz yaklaşmak onlarında açıkladıkları gibi Amerikan emperyalizmiyle ilgili her türlü hezeyandan kurtulmanın , aynı zamanda ana babalarının nasyonalist maçoluk kılığında bastırılmış olarak karakterize edilen Nazi mirasından arınmanın en iyi yoluydu ..."

Kitaptan Alıntılar 4 : " Ben kelimelerle büyütüldüm ...Mutfak masasından oturduğum yer döşemelerine yuvarlanırdı .... Edward döneminin Büyük Biritanya Sosyalist Partisinden kalma toplum dışına atılmış serserilerin Asıl Dava' yı didiklemek için takıldıkları yer bizim mutfaktı . Kendi kendine yetişmiş Orta Avrupalılar ( Yazar Yahudi kökenli ) gecenin geç vaktine dek tartışırlardı : Marxismus, Zionismus , Socialismus . O ZAMANLAR KONUŞMAK BANA YETİŞKİNLERİN VARLIK SEBEBİ GİBİ GELİRDİ . Bu duyguyu asla yitirmedim . "

Kitaptan Alıntılar 5 : "Akademik yazıların " profesyonelleşmesi" ve elbette onunla birlikte " teori" ile " metodoloji" nin güvenliği açısından hümanistlerin biz biliriz anlayışı da bilmesinlerciliği savunur . Bu durum akıcı " popüler" laf ebeliğinde sahte değerlerin yükselmesini teşvik etmektedir .... buna örnek olarak " ekran uzmanlarının " yükseliğini gösterebiliriz .... onların cazibesi tam olarak TELEVİZYON İZLEYİCİSİNİ ekrana bağlama iddialarında gizlidir . Öte yandan daha önceki kuşaktan popüler bilim insanları yazarlık hünerlerini düz metinlere aktarırken , BUGÜNÜN " erişime açık" YAZARLARI KİTLELERİN HAYATINA RAHATSIZ EDİCİ ŞEKİLDE PATTADAN GİRİVERİRLER . BURADA KİTLELERİN DİKKATİNİN ÇEKİLDİĞİ NOKTA KONUDAN ÇOK PERFORMAN SAHİBİ OLUR " ( Aylak Adam  : Harika bir değerlendirme , bilim adamı mı yoksa " şov büzinis " maymunları mı diye soruyorum ben de )

 

DEVAM EDECEK ...


Kitap : ANILAR ŞALESİ (*)   -  Tony JUDT  ( YKY-2013 )

(*) Şale :  isim, mimarlık , ( Fransızca chalet )  : Uzun saçaklı çatısı olan alçak dağ konutu   ( TDK Sözlük )
 

5 Eylül 2014 Cuma

Küçük Bir Yol Hikayesi : Sol şeritte bir külüstür !

Küçük Bir Yol Hikayesi : Sol şeritte bir külüstür !

Otoban polisi tek hakimidir artık yolların , tüm otobanın . O ne derse o olmaktadır . Tek hükümran , tek karar verici , tek yargıç ! Şeritlerin kimler tarafından kullanılacağına da o karar verir . Hani şu gerilimli Amerikan filmlerinde ki otoyol hikayelerinde olduğu gibi . Eh bizim hikayede pek Amerikanvaridir doğrusu , farkı yok kısacası menşei itibarı ile ...

Yine bir gün , otoyol devriyesi yolda ilerlemektedir . O da ne ! İleride sol şeritte duman dumana , yağ yaka yaka , öksüre aksıra bir hurda gitmeye çalışmaktadır ... Devriye gözlerini ovalar , emin miyim, doğru mu görüyorum diye ? Evet evet , gördüğü doğrudur . Modeli , modası, havası kaçmış, rütuşlarla , modifiye edilmesine rağmen , külüstürlüğü her halinden anlaşılan , bize ait tabir ile " doğan görünümlü bir şahin " çokçadır tamamen yasak olan sol şeritte gitmeye , çalışmaktadır . Ya da belki yıkılmaya yer aramaktadır kim bilir ?

Devriye sirene basar , korkutucu ses tüm sessizliği yırtar ! Devriye hızla araca doğru yaklaşır , aracın zaten kaçacak hali ve takadı kalmamıştır , aksıra öksüre yokuşun başında motoru su kaynattı kaynatacaktır ...

Devriye sert , otoriter ve dikte edici sesiyle ve emrederek anons eder ...

" Hey O6 CHP 1939 SAĞA ÇEK !" , " Bu şeridin kapalı olduğunu bilmiyor musun , derhal SAĞA ÇEK ve yavaşça aracı terk edin "

Aracın zaten solda gidecek mecali yoktur , çoktan SAĞA çekmiştir bile . Şöför ve yolcular dışarı çıkmış , dökülen kaportası , açılan motor kapağından ortaya yayılan dumanı ile tüm yolu ve görüş mesafesini kapkara bir dumana boğmuştur .

Otoyol polisi tepesinde dikilmektedir ! Siyah camlı Ray-Ban'ların ardından bu perişan adamlara bakmaktadır şimdi ...

O sırada sol şeritten hızla o korsan motorculardan biri geçer...

Bir muzik yankılanır uzaklardan

"Get your motor runnin'
Head out on the highway
Looking for adventure
In whatever comes our way ..."

Devriye pis pis bakar ardından ...

O da ne , yol ileride bir rakı şişesine doğru akmaktadır . Asfalt kokusu yerine rakı kokusu yayılmaktadır ortalığa ...

BİTTİ ! 


...


1 Eylül 2014 Pazartesi

Leylekler de gitti



Leyleklerde gitti . Deniz suyu soğudu . Koyda güneşli günlerin sahte kalabalığı da yoktu . Yaz sanki veda turuna çıkmış , sonbaharın ayak seslerine kulak kesilmişti . Suya girmeye meraklı kumsalın sevili köpeği bile üşüyordu .  Poyrazın tatlı sert okşadığı deniz beyaz köpüklü dalgalarını salıvermişti Marmara'ya .  Leyleklerin gitmeden önce son durak  olarak adayı buluşma noktası yapmış olması   " Son kuşların "  halen adaya uğradığının hüzünlü çoşkusunu hissettirdi  yüreğimizde .

A.A
30/8/2014
Burgazada


Asfalttan silinemeyen o izler

Ondördündeymiş öyle duydum ,  yanında da üç arkadaşı ,  yeni dünyamızın bize armağan ettiği  yeni nesil sokak çocuklarından .  Gecenin karanlığı çökünce  sitenin ortasına   , ne bulacaklarınız bilmez kafalarıyla  , düşmüşler sokaklara ... Çöp tenekelerinin bekçileri sokak kedileri biryanda , onlar bir yanda .   Sonra  gürültü , bağırış çağırış , küfürler ,  belli ki en ucuzundan kafa yapmışlar , bodurumsu manalı şey onları ne kadar dev yaptıysa , tutuşmuşlar sokağın ortasında bir kavgaya , büyüğü emaneti vermiş ondördündekine ufaklığa , oda saplamış onu düşünmeden , bizim en masumumuza  .  Yılmaz kardeş  yığılmış kalmış oracıkta ,  belli ki yanlış yere saplamış acemice emaneti ,  her şeyin ta başından beri  yanlış olduğu gibi .  Gecenin karanlığındaki simsiyah asfaltın üstüne akan o izi silinmeyen kan , masum bir canı alıp götürmüş uzaklara ... Daha ondördünde  yeni bir  katil yaratarak belki bir başka masumdan da   arkasına ...  Çöp tenekelerinin kenarında  bakan kediler gibi bakakalmışlar insanlarda balkonlarda . Korkuyla , kaygıyla , öfkeyle ... Beş çocuğu ile bir kadın uzaklarda ağlarsa kim duyar ki bunu , iğdiş edilmiş hafızalarla !

Kapımızın önünde  bir çocuk cinayetine kurban giden Yılmaz Kılavuz'u rahmetle anıyoruz .

Toplumu ve gençleri gözü dönmüş yaratıklara dönüştüren sisteme ve bu sistemin yaratıcılarına lanetle !


Bir kitap konuşursa

" Biz hepimiz ayaklı söylenmezler kütüphaneleriyiz , hayal ettiğimiz gerçek yaşamın , havadan sudan sohbetlerin , rahat ayakkabıların ve az çok itaat ettiğimiz ve az çok küçümsediğimiz ahlakın ardına saklandığı ağarmış kabirleriz. Hayal dünyalarımızın imgelerini gizlemeyi talim ettirmişler bize ...

ancak o imgeler kendi içlerinde bir dünya oluşturuyor , bir ekoloji kuruyor ve yavaş bir akşamüstü çekip gitme hülyasında , cebimde bir avuç bozukluk , otların arasında esen taptaze bir rüzgar , kendimi uzaklarda düşündüğümde , gitmeyi kurduğum da işte bu dünya , bu ekoloji  ..."


John Burnside  - Babam Hakkında Bir Yalan

Yakında ki çok uzak bir adada

Adanın kahvesinde oturuyorum , hangover ( akşamdan kalma ) bir kafa  . Tavla şakırtısı ve ihtiyarların bitmeyen gevezeliği bile rahatsız etmiyor  . Tam karşıma geçmiş iki karga ,   maden işçisi titizliğinde  artık adada tek tük kalmış eski bir kayığının ağlarını didikliyorlar .   Bir başka kayıtta balıkçı ağlarını temizliyor , onun da karşısında bir martı  dikkatle onu izliyor ,  konuşuyorlar mı , yoksa topal mı ne ?    Faytoncu mu  , balıkçı mı kestiremediğim bir aga ,  cigarasından bir duman çekip salıyor usulca havaya , bakıyor  Kaşık ile Heybelinin arasına dalgınca . Baba'nın kitaplarından çıkmış bir eski adalıyı görür gibi oluyorum onda  .  Yanık teninin yüzündeki çizgilerinde  güneşin , denizin yıpranmışlığının derin izleri , ayağında beyaz  potinleri , tarif etmek gerekirse  istavritten biraz kalınca   , zarganadan biraz kısa ...  Başımda  akşamdan kalmanın ağırlığı havalanıyor bir martının kanadında usulca ...
Adanın kahvesinde oturuyorum , insanlar gelip geçiyorlar önümden hala ...   Sorsam onlarda bilirler mi , görürler mi , tanırlar mı acaba ?

A.A
16 Ağustos  2014

Bir kütük canlanırsa : Yaşlı Kör Savaşçı ( Blind Old Warrior )

Ağva deresinin kenarında oturmuşuz , yorgun argın , derenin denizle kucaklaşmasını izliyoruz . Ateş yakacağım bir şeyler pişirmek için . Ayağıma bir kütük takılıyor . Cüsseli ama hafif , yaksam  üç dakika da yok olacak .  Ya yakmazsam ?
Çoktan ölmüş bir devasa ağaçtan kalan bir parça ,  yaşarken çokça şeyler görümüş , sonra bir gün kimbilir hangi sebeple ölmüş ...  Bir şekilde  denize kavuşmuş , deniz onu kollarında sallamış , arda kalan bedenini  okşaya okşaya taşımış bu sahile , kalan son parçası ile atmış sanki  bana ...

Greenpeace  örgütünün bayrak gemisi  " Rainbow Warrior - Gökkuşağı savaşçısı "  adını bir Kızılderili efsanesinden alırmış . " Dünya birgün yok olmaya yüz tuttuğunda  ,  dünya değiştirmiş - ölmüş - tüm savaşçılar onu kurtarmak için geri gelecekler - yeniden dirilecekler -  ve onlara Gökkuşağı Savaşçıları denecektir ."  diye .   İlk okuduğumda ,  mücadelenin ruhuna uygun bir isim ve hikaye diye  hiç unutmadım bunu . Sonunda  ilk R.W'yi de  bir mucadelesi sırasında  batırdılar okyanusun bir yerlerinde  . Ama yılmadı savaşçılar ikinci gemi R.W-2 olarak devam etti . Hatta geçtiğimiz yıllarda  Beşiktaş İskelesinde ' de demirlemişti bir süre , o şahane gökkuşağı renkleri ile , 2011 de emekli oldu . Şimdilerde  RW-3 yoluna devam ediyor .

Kütüğe bakınca  bunu yakmayıp almaya karar verdim . O zaman ne yapacağımı bilmiyordum , aylarca evimde bir köşede bekledi .  Ve bir gün canlanmaya karar verdi zamanı gelmişçesine  , işte ondan sonra  aşağıda fotoğrafı görülen çalışma çıktı ortaya .  Öldüğü sanılan ağaç  bir anda canlandı , tıpkı hikayedeki gibi .  
Yaşlı ve kör savaşçı halen işinin bitmediğini fısıldıyor bana şimdilerde ,  neler söylediğine varın siz karar verin ...
Aylak Adam
Eylül  2014



------

Bir Kızılderili Şiiri

İHTIYARIN MAKOSENLERİ

Astım sizi duvara ,yıpranmış  güderi makosenler
Astım sizi oraya, öylece durun
Bir hayvandan yüzmüstüm sıcağı sıcağına

Getirmiştim  sizi karıma

Özenle işledi
Kesti ,dikti ,süsledi

Grurla giydim sizi

Giydim dereler tepeler boyunca

Şimdi oturuyorum kemiklerimi sızlatan
nice kıştan sonra

Siz duvarda duracaksınız , ben oturacağım
Gecenin gelmesini bekleyeceğiz birlikte

                        ROMANA CARDEN